Blog & News

Antalya’da ev sahibi olmak isterken dolandırıldılar

Emlakçıların yönlendirmesi ile kooperatif üzerinde ev almak isteyen birçok kişi, 2 ay içinde teslim edilecek vaadi ile ödemelerini yaptıkları evlerin birden fazla kişiye satıldığını öğrendi.

Bazıları tüm birikimini verirken bazıları da etraftan topladıkları borç paralarla ev sahibi olma hayali ile kooperatifin tuzağına düştü.

Noter huzurunda hisse satışı yapıldı

Evlerin satışı için noter huzurunda kooperatif hissesi satışı yapıldı.

Hisse satışı ile emlakçı tarafından yine noter huzurunda ‘ileriye dönük borcu yoktur’ yazılı evrak verildi.

2 ay geçmesine rağmen evlerin teslim edilmemesi üzerine mağdurlar, toplanarak haklarını aramaya başladı.

Aynı daireler, birden fazla kişiye satıldı

Bir araya gelen mağdurları bir de sürpriz bekliyordu.

Mağdurlar, yaptıkları incelemede aynı dairelerin başka kişilere de satıldığını gördü.

Savcılığın yolunu tuttular

Evler için kişi başı 500 ila 700 bin lira arası ödeme yapan yaklaşık 70 kişi savcılığın yolunu tuttu.

Mağdurlar, emlakçılar M.K., A.S., M.K. ve kooperatif sorumlularından şikayetçi oldu.

“Kooperatifin başından beri dolandırma amaçlı bu işe girdiğini gördük”

Kendilerini emlakçının yönlendirdiğini belirten mağdurlardan Caner Taçyıldız, şu ifadeleri kullandı:

“Bir yatırım yapmak veya yeni ev sahibi olmak maksadıyla bir emlakçıya başvurdum. Emlakçı bizlere bir kooperatif olduğunu söyledi. O günün şartlarıyla piyasadan 40-50 bin lira daha uygundu. Biz de bu evleri satın aldık. Bu evlerin tapularının 2 ay sonra çıkacağı söylenmesine rağmen halen çıkmadı. Şüphelerimiz üzerine avukat tuttuk ve kooperatif yönetimi ile emlakçı arasında geçen konuşmalar ortaya çıktı. Konuşmalarda kooperatifin başından beri dolandırma amaçlı bu işe girdiğini, emlakçıların da bu işin içinde olduğunu gördük.

“Konuşmaları gördükten sonra evin gelmesi gibi bir umudumuz yok”

Bizden sonra da aynı daireleri başka arkadaşlara satmışlar. Konuşmaları gördükten sonra evin gelmesi gibi bir umudumuz yok. İnsanlar buraya paralarını verdi, en azından bu parayı kurtarma derdindeyiz. O gün verdiğimiz parayla da daire alabiliyorduk. Ancak biraz daha ekonomik olur diye düşünerek o dairelere yöneldik. Hepimiz aynı emlakçıdan aldık. Hepimiz avukatımız aracılığıyla savcılığa suç duyurusunda bulunduk.”

“Bir hayalim vardı”

3 küçük çocuğu olduğunu ve zor durumda kaldığını belirten Diana İanaeva, “Bir hayalim vardı, Antalya’da ev alıp çocuklarımla yaşamak istiyordum. Başka bir dairem vardı, onu sattım. Bir emlakçıdan daireyi aldım. Yaklaşık 1 yıldır tapu çıkmıyordu. Sürekli beni oyalıyorlardı. Bana bir kooperatif önerdiler, onlara güvenip aldım. Ev için 680 bin lira ödedim. Şimdi çocuklarımla kirada oturuyorum. Adalet istiyorum.” diye konuştu.

Akhmatova Petimat ise, “Geçen sene Antalya’da inşaat halindeyken bir daire satın aldık. Tapuyu 2 aya çıkaracağız dediler. Ancak hala bekliyoruz. İnşaatın olduğu yere gidiyoruz. 1 sene geçti hala çıkacak bekle diyorlar. Bu ev için 20 bin dolar borç aldık. 2 çocuğumla kirada oturuyoruz. Fiyat uygun olduğu için akrabam ve yakın arkadaşım da oradan daire aldı. Emlakçılar garanti verdi, öyle satın aldık.” dedi.

Aza Vazarkhanova, “Annem senelerce çalışıp para biriktirdi. Türkiye’ye gelip buradan ev almak istedi ancak bunların eline düştü. Çok üzgün ve evi olmadığı için buraya gelemiyor. Evi almak için 700 bin lira ödedik. Üzerinden 1 sene geçti, hala sonuç yok.” ifadelerini kullandı.

Köpek Isırması Sonucu Yüzünde Sabit İz Kalan Kişi, İleride Yaptıracağı Estetik Operasyonun Bedelini Köpeğin Sahibinden İsteyebilir

T.C. YARGITAY

3. Hukuk Dairesi 

2016/19378 E.  

2018/5863 K.

“İçtihat Metni”



Taraflar arasındaki tazminat davasının mahkemece yapılan yargılaması sonucunda, davanın kısmen kabulüne yönelik olarak verilen hükmün, süresi içinde davacılar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine; temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra, dosya içerisindeki kağıtlar okunup gereği düşünüldü:


Y A R G I T A Y K A R A R I


Davacılar; müşterek çocukları …’in 03/04/2008 günü … otogarının içinde arkadaşları ile oyun oynarken davalıya ait köpeğin saldırısına uğradığını ve ağır yaralandığını, davalının köpeğini hiç bir önlem alınmaksızın başı boş bir şekilde sokağa bıraktığını, …’ın yanağında ve dudağında derin kesilerin meydana geldiğini ve yüzünde sabit iz oluştuğunu, bu saldırı nedeniyle psikolojilerinin ciddi bir şekilde bozulduğunu ve manevi zarara uğradıklarını, ayrıca sosyal güvenlik kurumu tarafından karşılanmayan tedavi giderleri bakımından da maddi zararlarının bulunduğunu belirterek, fazlaya ilişkin haklarının saklı kalmak kaydıyla 50.000 manevi ve 2.000,00 TL maddi zararın davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.
Davalı; …’i ısıran köpeğin kendisine ait bir köpek olmadığını, davacıların yaşadıkları mahallede başıboş birçok hayvanın bulunduğunu belirterek, davanın reddini dilemiştir.Mahkemece, davanın kısmen kabulü ile, davacı tarafın maddi tazminat taleplerinin reddine, 15.000,00 TL manevi tazminatın davalıdan alınarak dava tarihi itibarı ile işleyecek yasal faizi ile birlikte davacıya verilmesine, karar verilmiş, hüküm davacı tarafça temyiz edilmiştir.Dava, hayvan sahibi ve idare edenin sorumluluğuna dayalı maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir.BK.nun 56. (TBK 67) maddesinde öngörülen hayvan idare edenin (tutucusunun) sorumluluğu, özel bir sorumluluktur. Anılan madde hükmüne göre, hayvanın bakımını ve yönetimini üzerine alan kişi, hayvanı idare eden (TBK 67’de hayvan bulunduran) sıfatıyla bu hayvanın sebebiyet vermiş olduğu zararları ödeme yükümlülüğü altındadır. Hayvan tutucusunun sorumluluktan kurtulabilmesi hayvanı, hal ve şartlara göre, gerekli bulunan özenle gözetmiş olduğunu ya da bu özen gösterilmiş olsaydı bile, zararın önlenemeyeceğini ispat etmesine bağlıdır. Kanunun öngördüğü bu özen borcu, zararın gerçekleşmesini önlemeye elverişli ve hayvan güdenin almak zorunda olduğu tedbirlerin tümünü kapsar. Durum ve koşullara göre, gereken özenle gözetim gösterilmez, ya da gösterilmiş olsa idi zararın önlenemeyeceği kanıtlanmaz ise, hayvan tutucusu sorumlu olur. Özenle gözetim, hayvanın cinsine, özellikle huyuna göre takdir edilir.


1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre, davacının sair temyiz itirazları yerinde değildir.


2-Davacıların reddedilen maddi tazminat talepleri yönünden yapılan temyiz itirazlarının değerlendirmesinde;Somut olayda; dosya içeriği ve toplanan deliller ile; davacıların oğlu …’in 03/04/2008 tarihinde sokakta oynadığı sırada davalıya ait köpeğin ısırması sonucu yaralandığının kabulü gerekir.Davacılar dava dilekçesinde davalıdan 2.000 TL maddi tazminat talep etmişler ve bu maddi tazminat taleplerini ise müşterek çocuğunun yaralanması nedeni ile yapmış oldukları hastane masrafları, ilaç ücretleri ve yüzde sabit iz kalması nedeni ile doğabilecek tedavi masrafları olarak açıklamışlardır. Mahkemece davacıların maddi tazminat talepleri, Adli Tıp Kurumu 3 İhtisas Kurulu’nun 04/11/2015 tarihli raporunda belirtildiği şekilde, davacının sürekli iş gücü kaybı olmadığı ve iki aylık geçici iş göremezlik süresinde de küçüğün çalışmıyor olması nedeniyle herhangi bir gelir kaybı bulunmadığı gerekçesiyle reddine karar verilmiştir.Kural olarak, TMK’nın 6.maddesi gereğince zararın ve zararın kapsamının davacı tarafından kanıtlanması gerekir. Tedavi giderlerinin her türlü delille ispatı mümkün olup; bu giderlerin mutlaka belgeye bağlanması zorunlu değildir. Zararın gerçek miktarının kanıtlanamadığı veya kanıtlanmasının zor olduğu yahut davacıdan beklenemeyeceği durumlarda, işlerin olağan gidişi ve zarar görenin aldığı önlemler de göz önünde tutularak zararın kapsamı belirlenebilir. Zarar görenin sağlığına kavuşması için gerekli olan muayene, tahlil, ambulans ve benzeri taşıma giderleri ile ameliyat, ilaç, protez, bakım, fizik tedavi gibi giderler tedavi giderleri kapsamı içerisindedir. Zira, sadece iyileşmeyi sağlayan giderler değil, sakatlık ya da hastalığın artmasını önlemek için yapılması zorunlu giderler de tedavi giderlerinden sayılır. İleride yapılması zorunlu olan tedavi giderleri de henüz bu giderler yapılmadan önce talep edilebilir.
Davacılar küçüğün yüzündeki yaralanma nedeniyle ileride doğabilecek tedavi (estetik ameliyat) giderlerinin davalıdan tahsilini talep etmişlerdir. İleride yapılması zorunlu olan estetik giderlerinin önceden istenmesi mümkündür. Bu bağlamda, öncelikle davacı küçüğün yüzündeki yara izlerinin sabit iz niteliğinde olup olmadığı, bu izlerin estetik ameliyatla giderilip giderilemeyeceği, giderilebilirse ne oranda giderilebileceği, tamamen veya kısmen giderilemez ise kalacak izlerin yaptığı iş (mesleği) gözetilerek ekonomik geleceğini etkileyip etkilemeyeceği, ayrıca bu estetik ameliyat giderinin hesaplanması hususunda, içinde estetik cerrahi uzmanı hekimlerin de bulunduğu 3 kişilik bilirkişi heyetinden rapor alınarak, bu bedelin hüküm altına alınması gerekirken, mahkemece eksik incelemeyle yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir.Bunun yanında davacını bir diğer tazminat talebi kalemini oluşturan sosyal güvenlik kurumu tarafından karşılanmayan tedavi giderleri konusunda da (hastane, ilaç, doktor, ambulans ücreti gibi), hangi giderlerin resmi kurum tarafından, hangilerinin davacıların bütçesinden karşılandığı hususunun, ilgili kurumlardan gerekli bilgi ve belgeler celp edilerek, gerekirse bu konuda uzman bilirkişiden rapor alınmak suretiyle belirlenmesi ve hasıl olacak sonuca göre hüküm kurulması gerekirken, mahkemece eksik incelemeyle yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, bu husus da bozmayı gerektirmiştir.

3- Davacıların manevi tazminat taleplerine ilişkin temyiz itirazlarının incelenmesinde; davacılar dava dilekçesinde 50.000 TL manevi tazminat talebinde bulunmuşlar, mahkemece yapılan yargılama sonucunda küçük lehine 15.000 TL manevi tazminat takdir edilmiştir.Kural olarak hükmedilecek manevi tazminatın miktarının belirlenmesi hakimin takdirindedir. Kanunun takdir hakkı verdiği hususlarda hakim bu hakkını Türk Medeni Kanunu’nun 4. maddesinde açıklanan hakkaniyet ilkesine uygun olarak kullanmalıdır.Manevi tazminatın miktarı belirlenirken kişilik hakkına saldırı oluşturan eylem ve olayın özelliği yanında tarafların kusur oranı, sıfatı, iştigal ettikleri makam ile diğer sosyal ve ekonomik durumları dikkate alınmalı, her olaya göre değişebilecek özel durum ve koşullar bulunabileceği gözetilerek, takdir hakkını etkileyebilecek nedenler karar yerinde denetime elverişli biçimde ve objektif olarak gösterilmelidir.
Manevi tazminat davaları sonucunda hükmedilecek para, zarara uğrayanda manevi huzuru doğurmayı gerçekleştirebilecek tazminata benzer bir fonksiyonu olan özgün bir nitelik taşır. Bu para bir ceza olmadığı gibi hükmedilecek manevi tazminatla bu malvarlığı zararlarının karşılanması da amaçlandığından tazminat miktarının onun amacına göre belirlenmesi gerekir. Bu nedenle, takdir edilecek miktar elde edilmek istenilen tatmin duygusunun etkisine ulaşmak için gerekli olan kadar olmalıdır.Buna göre mahkemece, yukarıda açıklandığı şekilde, öncelikle davacı küçüğün yüzündeki yara izlerinin sabit iz niteliğinde olup olmadığı hususu tespit edilerek, köpeğin ısırması sonucu oluşan yaraların küçüğün yüzünde sabit ize neden olduğu sonucuna varılması halinde, küçük lehine hükmedilecek manevi tazminatın bu husus göz önüne alınarak takdir edilmesi gerekirken, eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup, bu husus da bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Yukarıda birinci bentte açıklanan nedenlerle davacıların sair temyiz itirazlarının reddine, ikinci ve üçüncü bentte açıklanan nedenlerle hükmün HUMK’nun 428. maddesi gereğince davacı yararına BOZULMASINA ve peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 6100 sayılı HMK’nun geçici madde 3 atfıyla 1086 sayılı HUMK.nun 440.maddesi gereğince kararın tebliğinden itibaren 15 günlük süre içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 28.05.2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi. 

ŞİDDETE MARUZ KALAN KADIN SENDROMUNUN MEŞRU SAVUNMA AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ

Aile içi şiddet davalarında, kendini koruma içgüdüsüyle hareket eden kadını eyleminden ötürü cezalandırmalı mıyız yoksa mazur görmeli miyiz? Bu önemli ve problemli durum ile yüzleşmemiz ve yasal bir çözüm üretmemiz şarttır. Bu durumda, ahlaki ve hukuki mesajlarımızı netleştirerek ceza adalet sistemini bu konuda duyarlı hale getirmemiz gerekir. Bir başkasının hayatına son vermenin meşru savunma hali dışında son ihtimal olduğunu açıkça ifade etmeliyiz. Ancak unutmayalım ki, meşru savunma içgüdüsel ve doğal bir haktır. “Şiddete maruz kalan kadın sendromu” şiddete maruz kalan kadınların yaşadığı bir çaresizlik olup, kadına karşı şiddetle mücadele konusunda devletin pozitif yükümlülüklerini yerine getirmemesinin bir sonucudur. “Şiddete maruz kalan kadın sendromu” hukuka aykırılığı ortadan kaldırmayıp, fiilin haksızlık ve kusur içeriğini önemli oranda azaltan ve bu nedenle kanun koyucunun faili cezalandırmaktan kaçınması sonucunu doğuran bir mazeret nedeni olmalıdır. Meşru savunma ise bir hukuka uygunluk nedeni olup meşru savunmanın varlığı halinde hukuka aykırılık ve buna bağlı olarak fiilin haksızlığı ortadan kalkmaktadır. Diğer bir ifadeyle, eylem suç oluşturmamaktadır.

1. Genel Olarak

Meşru savunma hukukunda “yenilik” yapmak gerekmekte olup, bu ceza hukuku savunmasının kapsamını mevcut sınırlara kıyasla genişletmek ve daha kapsamlı güç (özellikle ölümcül güç) kullanımını meşrulaştırmak olarak yorumlanmamalıdır. Ceza hukukunda meşru savunma, kişinin kendisine ya da üçüncü kişiye uygulanan şiddetin savunulmasında sık sık başvurulan bir kavramdır. Bu tip bir savunmanın kullanılması beraberinde bir takım belirsizlikleri de ortaya koyar ki bu belirsizlikler aynı zamanda bu kavramın niteliklerini ve sınırlarını oluşturmaktadır. Meşru savunma kutsal kitaplar dâhil her zaman her yerde kabul edilmiş bir hukuka uygunluk nedenidir. Çağdaş ceza hukukunda da, meşru savunma durumunda bulunup da kanuni tipe uygun bir fiil işleyen kişinin bu eyleminin cezalandırılmayacağı konusunda kuşku yoktur. Meşru savunma yasal düzenlemelerden ve uygulamasından anlaşılacağı üzere belirsiz ve unsurlarının oluşup oluşmadığı açısından problemli bir kavramdır.

İstismarcı eşlerin kurbanları tarafından öldürüldüğü, saldırının gerçekleşmemesi veya gerçekleşmesinin kesin olmaması nedeniyle geleneksel anlamıyla meşru savunmanın çoğunlukla uygulanamayacağı olay tiplerini inceleyerek, bu olaylarda kötü muameleyi alışkanlık haline getirmiş olan kocanın (partnerin-saldırganın), pasif haldeyken öldürülmesi durumunda meşru savunma tespiti yapılıp yapılmayacağı meşru savunma hukukunun en problemli alanlarından biridir. Mevcut bir saldırı olmadığında, meşru savunmada sınırın aşılmasından veya mazur görülebilecek bir heyecandan da söz edilemez. Aksini kabul etmek ölümcül kuvvet kullanılması sahasını son derece genişletir. Hukuka uygunluk nedeni olan meşru savunmanın koşullarından olan saldırının güncelliği kavramını geniş olarak kabul etmek, meşru savunmanın, meşru savunma durumuna sebebiyet vermemiş, haksız bir saldırısı mevcut olmayan ve olayın farkında bile olmayan aktörlere de merhametsizce genişletilmesine yol açabilir. Bu durum, meşru savunmanın hem kişisel hem de sosyal fonksiyonuna aykırılık oluşturacaktır. Meşru savunma hali dışında hiç kimse kasıtlı olarak devam eden suç teşkil eden eylemleri nedeniyle öldürülemez.

2. Hukuka Aykırılık

Hukuka aykırılık suçun unsurlarından biri olup, “hukuka karşı çıkmak, hukuk düzeniyle çatışmak, hukuk düzenini bozmak ” anlamlarına gelmektedir. Fiilin kanuni tipi uygun olması halinde, eylemin suç oluşturup oluşturmadığı fiilin suç oluşturan haksızlık olup olmamasına göre değişecektir. Suç ancak failin eyleminin bütün hukuk düzeniyle de çeliştiği, yani hukuka aykırı olduğunda ortaya çıkar. Kanuni tipine uygun bir fiil işlenmiş olmasına rağmen, böyle bir fiilin işlenmesine olanak tanıyan bir hukuk kuralının bulunması halinde, işlenen fiilin hukuka aykırı olduğundan söz edilemez. Hukuk düzeni tarafından bir fiilin işlenmesine izin vermesinden dolayı fiilin hukuka aykırılığını or­tadan kaldıran bu nedenlere, hukuka uygunluk nedenleri denilmektedir. Hukuka aykırılık suçun bir unsuru olup bu unsurun oluşumunu engelleyen hukuka uygunluk nedenlerin varlığını halinde eylem suç oluşturmamaktadır. Hukuka uygunluk nedenlerinin varlığı halinde soruşturma aşamasında kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilir. Yargılama aşamasında hukuka uygunluk nedenlerinin bulunduğu ortaya çıkarsa beraat kararı verilmesi gerekir.

3. Şiddete Maruz Kalan Kadın Sendromu

Ev içi şiddet bağlamında şu eylemler sayılabilir: Dövme, evlilik içi tecavüz, ensest, aile fertleri tarafından fahişeliğe zorlanma, cinsiyet seçici kürtaj ve kadın sünnetidir. Kadının yaşamında baskın bir role sahip olan, kendisine karşı fiziksel ve psikolojik şiddete başvuran erkeğe, reaksiyon göstermesinin genel adına, “şiddete maruz kalmış kadın sendromu” denir. Kadına karşı şiddetin en yaygın olanı aile içi şiddettir Bu yorumlama aile içi veya ev içi şiddete ilişkindir. Daha özellikli olarak, göz önünde bulundurulan konu şudur: aylar yahut yıllar boyunca istismara maruz kalıp, istismarcılarını (yoğunlukla erkek) öldüren şiddet mağdurlarını (yoğunlukla kadınlar) ceza hukuku ne biçimde ele almalıdır? İstismar kurbanının istismarcısını uyurken veya maç izlerken veya yemek yerken öldürmesi gibi “yüzleşilmeyen cinayetler” kötü muameleye maruz kalmış kadın reaksiyonu alanına girmektedir. Şiddete maruz kalmış kadın sendromunun babası Dr. Lenore Walker, ilişkide kötü muamelenin döngüsünü şöyle tarif etmiştir; Döngü, başlangıçta sakin, daha sonra ciddi bir şiddet eylemine dönüşecek olan küçük şiddet eylemleri, daha sonra şiddet eylemini gerçekleştiren kişinin çoğunlukla samimi pişmanlığını içerir ve döngü süreci böyle işlemeye devam eder. Dr. Walker’ın iddiasına göre, sendromun bir parçası, şiddet mağdurunun psikolojik rahatsızlıklar yaşamaya başlaması ve böylece kötü muamelede bulunan kişiden ayrılamamasıdır. Walker’a göre, kötü muameleye maruz kalma halinde, hangi evrenin ne kadar süreceği belli değildir ve evreler birbiri ardına döngü misali devam ederler. Kötü muameleye maruz kalmış kadın, sürekli olarak kendisini, her an gerçekleşebilecek bir saldırının içinde kabul eder. Ayrıca kadının savunması, saldırı ile orantılıdır. Çünkü geçmişte yaşanmış kötü muamele örnekleri, kadının şiddeti öngörebilme ve saldırıyı değerlendirebilme yeteneğini köreltmiştir

Kötü muameleye maruz kalmış kadının saldırganı öldürmesi durumuna ilişkin örnekler olarak, saldırganın o an itibariyle kadına saldırmadığıuykuda olduğu, televizyon izlediği veya diğer pasif, tehditkâr olmayan durumlar verilebilir. ABD’de yaşanan bir olayda, Judy Norman isimli kadının kocası (J. T)’nin karısını, yıllarca sarhoş bir şekilde evdeyken fuhuşa teşvik etmiştir. Karısı eve yeterince para getirmediğinde veya sebepli sebepsiz devamlı olarak dövmüştür. Yıllarca karısını yumruklayarak, kırık bira şişesiyle, beyzbol sopasıyla veya başka suç aleti oluşturan objelerle yaralamıştır. Sonunda, polis koruması talebi olumsuz sonuçlandıktan sonra, Judy bir tabanca temin ederek kocası olan (J.T)’yi uyurken öldürmüştür

ABD’de kendilerine kötü muamelede bulunulan kadınların eşlerini (partner) öldürmeleri, 1970’li yılların sonuna kadar meşru savunma kapsamında, değerlendirilmiyordu. Zira bu olaylarda mevcut bir saldırı olmadığı gibi savunma bakımından da bir zorunluluk ve ona bağlı bir alt unsur olarak orantılılığın bulunmadığı kabul ediliyordu. Bu olayların tamamında kendisinin meşru savunma halinde olduğunu söyleyen eş, kaçarak saldırıdan kurtulma olanağı varken, reaksiyon göstermekteydi ve bu durum ise, partnerini öldüren kadın bakımından meşru savunmanın tespitini engelliyordu. Ancak davranışından dolayı suçlanmaması gerektiği düşünülen ve kendileriyle duygudaşlık kurulan bu kadınlar bakımından, ceza hukuku kuralları tam olarak (dar anlamda) uygulandığında, başvurulabilecek savunma araçlarının sınırlı olması, avukatları yeni çareler aramaya yöneltmiştir. “Judy Norman” davası gibi davalar, bazı feminizme sempati ile yaklaşan bilim adamlarını eylemi meşru savunma kapsamında bir hukuka uygunluk nedeni olarak değerlendirme yönünde bir eğilim oluşturmuştur. Gerçekten de, şiddete uğrayan kadınların savunmacıları, neticeyi hâkimlerin somut olaya göre değerlendirme yapmalarına bırakmaktansa, bazı eyaletlerde kanuni düzenleme yapılmasını sağlayarak belirli durumlarda istismara uğramış kadın sendromunu mahkemelerde kabul edilebilir kılmayı başarmışlardır

Yüzleşilemeyen “meşru savunma” cinayetlerinin ahlaken mazur görülebilecek olduğunu söylemek cezp edicidir. Geçtiğimiz 20 yılda, şiddet görmüş kadın savunucuları – şu ana kadar minimum temyiz başarısı sağlanmış olmasına rağmen- mahkemeleri, yüzleşilmeyen durumlarda adam öldüren şiddet görmüş (en azından, şiddet görmüş kadın sendromundan muzdarip olan) kadınların hukuka uygunluk nedeni olarak “meşru savunma” yapmasına izin verilmesine ikna etmeye çalışmışlardır. Bu açıklamanın savı, şiddet görmüş kadının pasif istismarcısını öldürmekteki haklı önermesi olup, iyi niyet taşısa da yanlış olmakla, meşru savunma hukukunun bu biçimdeki insan öldürmelere izin vermesini genişletmeye yönelik herhangi ciddi çaba – şiddet görmüş kadınlar için olsa da nihayetinde diğerleri için de- sonucunda toplumu pişman edecek bir yeniden düzenlemedir. Her ne kadar meşru savunma hukukunu yeniden düzenleme – ve genişletme- için bir neden olsa da, korkarım meşru savunmanın pasif istismarcının öldürülmesini haklı kılacak biçimde kapsamına ilişkin yapılacak genişletmenin sonucu insan yaşamına dair ahlaki değerlerimizin kabalaşmasına ve hatta intikam duygusuyla işlenmiş cinayetlerin hoş görülmesi sonucuna neden olacaktır

4. Şiddete Maruz Kalmış Kadın Reaksiyonunun Meşru Savunma Kapsamında Ele Alınmasına Yönelik Görüşler

Kötü muameleye maruz kalmış kadınların devam eden saldırılara karşı kendilerini savunması hareketinin meşru savunma kapsamında kabul edilmesi haksız saldırının güncelliğinin devam ettiğinin kabulü ile ilgilidir. “Saldırının güncelliği “ kavramının Amerikan hukukundaki karşılığı “yakın tehlike” kavramı olup, bu kavramdan ne anlaşılması gerektiği, özellikle kadına karşı devamlı surette uygulanan kötü muamele olaylarında önem arz etmekte ve yapılan yorum, kötü muameleye maruz kalan kadının savunma hareketinin meşru savunma kapsamına girip girmediğini belirlemektedir.

Doktrinde yapılan tartışmalar, sürekli olarak saldırıya maruz kalan kişiler için meşru savunma kurumunun uygulanması gerektiği yönünde toplanmakta; ancak çıkış noktaları farklı dayanakları temel almaktadır.

Birinci görüşe göre, devamlı olarak eşinden şiddet görerek kötü muameleye maruz kalan bir kadının en son saldırıda kocasını öldürmesi halinde, kadına karşı hukuka uygunluk sebebini işleterek daha hoşgörülü davranılması gerekmektedir

İkinci görüşe göre, devamlı kötü muamele saldırılarına katlanan kişinin kendini savunmasının haklılığının ceza hukuku bakımından ele alınması gerekmektedir.

Üçüncü görüşe göre, bir kişinin gerçekleştirdiği fiili meşru savunmaya dayandırabilmesi için, karşı karşıya kaldığı saldırının hayatına veya vücut bütünlüğüne bir zarar geleceğine dair yakın bir tehlike şeklinde ortaya çıkması gerekmektedir. Kişinin meşru savunma sırasında kullandığı gücün haklılığı, yakın bir tehlikenin varlığına bağlıdır.

Dördüncü görüşe göre, kadınların eşit ve adil yargılanma hakkı kapsamında tartışılmalıdır. Kötü muameleye maruz kalmış kadının reaksiyonu tek ve özel olay şeklinde değil, cinsiyet temelli olarak ele alınmalıdır. Aksi düşünce, meşru savunma bakımından yasal standart tespiti, oran-sınır tartışması, kötü muamele konusunda uzman vb. sübjektif değerlendirmelere açıktır. İstismar edilmiş kadın sendromunu bir kenara bırakıp, kötü muamelede bulunan kişiyi uyurken kendisine karşı yakın bir tehdit olmasa dahi öldürmeyi seçen kadının bu eyleminin ahlaki olarak meşruiyet kazandığını ve hukukun bu ahlaki karara yasal olarak izin vermesi gerektiğini savunan ve meşru savunmayı genişleten feminist ceza hukukçuları tarafından ileri sürülmektedir. Çoğu feminist artık yaklaşımlarında daha fazla doğrudan ve nihayetinde çok daha akla yatkın taleplerde bulunmaktadırlar. Meşru savunmada olması gereken “yakın tehdit” koşulunun kaldırılması gerektiğini ifade etmektedirler. Kavramsal olarak “yakın tehdit” koşulunun kişinin kendini korurken kullanacağı “cebrin” gerekliliği yönünden önem arz ettiğini belirtmektedirler. Ancak hukuk, ölümcül güç kullanmanın gerekli olup olmadığının ispatını şart koşmaktadır; bu nedenle yakın tehdit koşulu gereksizdir. Daha kötüsü, argüman, yakın tehdit kuralının evde bulunan kadınlar için tehlike arz ettiği iddiasıyla devam etmektedir. Burada söz konusu olan barda veya sokakta bulunan iki erkeğin olayı değil; kendinden fiziksel olarak daha güçlü olan, sert bir eşle yaşayan ve kendini korumak zorunda olan bir kadındır. Yakın bir tehdit ve saldırı beklemek kadını savunmasız kılmak demektir. Kadının daha önce harekete geçmesi gerekir. Böylece yakın tehdit koşulu kadını hukuken korumasız bırakmaktadır. Bu nedenlerle bu kuralı kaldırın demektedirler. Hatta bazı feministler tüm maddi unsur engellerinin kaldırılmasını talep etmektedirler. Onlar “önleyici meşru savunma” kavramını savunmaktadırlar.

SONUÇ

Hukuka uygunluk nedeni olan meşru savunmanın varlığı halinde hukuka aykırılık ve buna bağlı olarak fiilin haksızlığı ortadan kalktığı halde, bir mazeret nedeninin var olduğu hallerde, failin içinde bulunduğu haller gözetilerek failin kusurluluğu ortadan kalkar. “Şiddete maruz kalan kadın sendromu” hukuka aykırılığı ortadan kaldırmayıp, fiilin haksızlık ve kusur içeriğini önemli oranda azaltan ve bu nedenle kanun koyucunun faili cezalandırmaktan kaçınması sonucunu doğuran bir mazeret nedenidir. Şiddet uygulayan saldırganı pasif olduğu uyku, sarhoşluk, uyuşturucu içmiş olması vesaire kendisini koruyamayacağı haller dâhilinde öldüren kadınının eylemini meşru savunma olarak kabul etmek, ölümcül güç uygulanmasının hukuki sınırlar içerisinde kullanımını toplum için tehlikeli olacak bir noktaya kadar haksız biçimde genişletecek ve insan yaşamı ile toplumsal gelişmeye büyük zararlar verebilecektir. Ancak özellikle eşleri veya erkek arkadaşları tarafından tekrarlanarak devam eden saldırılara maruz kalan kadınlar açısından, ölüm tehdidiyle birlikte eşleri veya erkek arkadaşları tarafından yaralanan, cinsel saldırıya uğrayan veya kötü muamele gören kadınların, eşlerini veya erkek arkadaşlarını uyurken, sarhoşken, uyuşturucu içmiş haldeyken veya başka bir iş yaparken öldürmeleri veya yaralamaları hallerinde, bu durumun yasada özel olarak düzenlenmek suretiyle mazeret nedeni olarak sayılması gerekmektedir.

Meşru savunma tehlikeli insanlara karşı kullanmak için değil, yalnızca kişinin kendisini veya üçüncü şahısları gerçekleşen, gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak haksız bir saldırıdan korumak için kullandığı içgüdüsel bir güç ve haktır. Yasaları bilen, genel olarak ceza hukuku bilincine sahip vatandaşların olması, düzgünce sınırlandırılmış bir meşru savunma hakkının kullanılması için çok önemlidir. Özellikle kadına yönelik şiddetin hızla arttığı çağımızda şiddete maruz kalan kadınların ve yakınlarının meşru savunma kavramının kapsam konusunda bilinçlendirilmesi gerekmektedir. Hukuk yorumcuları arasında, yakın zamanda özellikle Amerikan hukukunda ilgi odağı olan, şiddete maruz kalan kadınların eşlerini veya erkek arkadaşlarını öldürme olaylarının meşru savunma kapsamına alınması yönünde vurgu yapılmakta ve bir yeniden değerlendirme ihtiyacı olduğu ileri sürülmektedir.

Meşru savunma bir hukuka uygunluk nedenidir. “Şiddete maruz kalan kadın sendromu” hali ise bir mazeret nedenidir. Mazeret nedenlerinin bulunması halinde fiilin haksızlığı ortadan kalkmadığı gibi, failin içinde bulunduğu haller gözetilerek failin kusurluluğu ortadan kalkmaktadır. Hukuka uygunluk eyleme odaklanır, oysa mazeret nedenleri cezalandırılamazlıkla ilgili olup faille ve failin içinde bulunduğu objektif ve sübjektif şartlarla ilgilidir. “Şiddete maruz kalan kadın sendromu” hali failin akli/ ruhsal durumunu öne çıkarır, eylemi değil. Bize, niçin kötü muameleye maruz kalan faile diğerlerinden farklı davranmamız gerektiğini ve niçin onu aynı suçu işleyen diğerlerini suçladığımız gibi suçlamamamız gerektiğini açıklar ve mazeret nedenini gerekçelendirir. “Şiddete maruz kalan kadın sendromu” konusunda yasal bir düzenleme yapılması ihtiyacı aslında kadınları korumaya yönelik hem hukuki hem de ahlaki bir düzenleme olarak düşünülmelidir. “Şiddete maruz kalan kadın sendromu” şiddete maruz kalan kadınların yaşadığı bir çaresizlik olup, yasal düzenlemeler yapılarak toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına yönelik farkındalık yaratabilecek kurumların oluşturulması gerekmektedir. Kadına karşı şiddeti önlemeye yönelik “kadın polisi” şeklinde diğer kolluk görevlilerinden ayrı olarak kadınlara yönelik işlenen suçlar konusunda uzman ve duyarlı kolluk görevlilerinin yasal düzenlemelerle hayata geçirilmesi şarttır. Kadına karşı şiddetle mücadelenin hızlı, etkin, sağlıklı ve tarafları koruyucu yöntemlerle gerçekleştirilmesi gerekir. Toplumun gelişmesi ve kadınların özgürce yaşabilmeleri için şiddete maruz kalan kadının maddi ve manevi olarak desteklenmesi ve içinde bulunduğu koşullar gözetilerek ceza tehdidi ile karşılaşmamaları bireysel ve toplumsal gelişmeyle birlikte hukuk güvenliğini de artıracaktır.

“Şiddete maruz kalan kadın sendromu” şiddete maruz kalan kadınların yaşadığı bir çaresizlik olup, kadına karşı şiddetle mücadele konusunda devletin pozitif yükümlülüklerini yerine getirmesi şarttır. Çünkü yaşam hakkı devletin teminatı altındadır. Kadına karşı şiddetle mücadelede devletin sosyal, kültürel, ekonomik, siyasal, eğitsel ve yargısal yükümlülüklerini yerine getirmesi gerekmektedir. “Şiddete maruz kalan kadın sendromu” olaylarında kadının şiddete maruz kaldığı durumlarda, devlete başvurma bilincinin artırılması konusunda farkındalık çalışmaları yapılmalıdır. Devletin ise şikayet ya da ihpar üzerine yaşam hakkını önceleyen politikalar doğrultusunda önleyici/koruyucu tedbirleri almakta etkin, hızlı ve kararlı bir tutum sergilemesi gerekir. Soruşturmaların, yargılamaların ve güvenlik önlemlerinin yeterince etkili olmadığı, kadının maddi ve manevi olarak korunamadığı açıktır. Özellikle kadına karşı işlenen suçlar konusunda devletin etkin kolluk ve Cumhuriyet savcılığı teşkilatları oluşturması ileride yaşanması olası insan öldürme ve yaralama suçlarını önlemede yardımcı olacaktır.

Selda Bağcan 'Çıplak arandım' dedi... Peki çıplak arama iddiaları nasıl gündeme geldi, kim ne dedi?

Çıplak arama tartışması HDP Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun cezaevlerinde ve emniyette çıplak arama iddiasını gündeme getirmesi ile başladı. İddialar sosyal medya başta olmak üzere çeşitli mecralarda paylaşıldı.

BAŞSAVCILIK SORUŞTURMA BAŞLATTI

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, bu iddiayı dile getirenlerle ilgili “FETÖ lehine kasıtlı paylaşım” suçlamasıyla soruşturma başlattı. Başsavcılık açıklamasında şu ifadeler kullanıldı: “Bazı basın yayın kuruluşlarında ve sosyal medyada polis merkezleri ve cezaevlerinde çıplak olarak arama yapıldığını iddia eden kişilerin, FETÖ silahlı terör örgütünün Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Anayasal düzenine yönelik hedeflerini meşru göstermek ve bu hedef lehine kamuoyu oluşturmak amacıyla kasıtlı olarak paylaşımlarda bulunduğu şüphesini destekleyen emarelerin tespit edilmesi üzerine Ankara Cumhuriyet Başsavcılığımızca re’sen soruşturma başlatılmıştır.”

SOYLU: KİMİN PEŞİNE TAKILIYORSUNUZ?

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, “Türk Polis Teşkilatına bu iftirayı atan ispatlamazsa namussuzdur, şerefsizdir, haysiyetsizdir, alçaktır. Bunu Meclis kürsüsüne taşımak da kelimenin tam anlamıyla acizliktir” diye konuştu. Gergerlioğlu’na sert ifadelerle tepki gösteren Soylu, “Kimin peşine takılıyorsunuz? Bir terör örgütünün siyasi kanadında, FETÖ’cü terörist olduğu herkes tarafından bilinen, sözde bir milletvekilinin sözlerinin peşine takılıyorsunuz. (Ömer Faruk) Gergerlioğlu denilen fersude, FETÖ’cü bir teröristtir. Üzerinde sadece milletvekilliği zırhı var. Müptezel. FETÖ’nün kurgusuyla sözlerini ifade etmektedir” dedi.

ZENGİN: BU BİR FETÖ YÖNTEMİ

Gergerlioğlu’na ilk tepki gösteren isimlerden AK Parti Grup Başkanvekili Özlem Zengin, bir röportajında “Ben Türkiye’de çıplak arama olduğuna asla inanmıyorum, yok böyle bir şey. Zaten bu konuya İçişleri Bakanımız genel kurulda cevap verdi. Bunu çok net söyleyeceğim, bu bir FETÖ yöntemidir. Ne münasebet, hem de bahsettiği kadınlar mütedeyyin kadınlar. Bütün hayatı kadın mücadelesi ile geçmiş bir insanım, böyle bir şeye müsade edebilir miyiz biz? Bir kadının böyle aranmasına biz tahammül edebilir miyiz? Akıl var, mantık var” dedi.

ÖZEL: KADININ BEYANI ESAS

CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, Twitter’da yaptığı açıklamada “‘Türkiye’de çıplak arama yok’ diyen Özlem Zengin’e kadınların beyanlarını esas alması; raporlara da giren ve mevzuatta da yer alan bu uygulamadan, bu ayıptan ülkemizi kurtarmak için İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nun harekete geçirilmesi çağrısında bulunuyorum!” dedi.

DAVUTOĞLU: KAYITLAR İNCELENMELİ

Eski Başbakan, Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu, bir konuşmasında tartışmaya ilişkin şunları söyledi: “Ne siyasi düşüncede olduğu, ne olduğu beni hiç ilgilendirmiyor. Geçmişte ne yaşadıkları da beni ilgilendirmiyor. Hatta suçlu olup olmadıkları da ikinci bir mesele. Suçlu olarak cezasını hapishanede çekebilir ama bir kadın çıplak halde muayene edilemez. Bizzat bunu yaşadığını söyleyen kadınların videosunu izledim. Bütün o kamera kayıtları incelensin diyor. Birine bir suç isnat ettiğinizde o kişinin ifadesine önem verip, ‘yok böyle bir suç’ demek kolaydır. Peki mağdur olanın ifadesine yine aynı derecede değer vermiyorsunuz? O da diyor ki bu var. Yapacağınız iş çok açık, bütün o kamera kayıtlarını incelemek.”

DEVA Partisi Genel Başkan Yardımcısı ve İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, “Yargı ve yürütmenin yapması gereken bu yüz kızartıcı suçların üzerine gitmektir” dedi.

ZENGİN: ONURLU KADIN BEKLEMEZ

Geçen Perşembe günkü TBMM oturumunda konunun yeniden gündeme gelmesi üzerine söz alan AK Parti Grup Başkanvekili Özlem Zengin’in “Bir kadını çıplak arayacaksın, dakikasında bundan rahatsızlığını beyan eder, bir sene beklemez. Onurlu kadın, ahlaklı kadın bir sene beklemez” sözleri Twitter’da tartışma konusu oldu.

‘ÇIPLAK ARANDIM’

Ünlü sanatçı Selda Bağcan da tartışmalara dahil olarak “Şarkılarımdan dolayı üç defa hapse girdim. Her girişti çıplak arandım. Anlamak istemeyenlere duyrulur” ifadelerini kullandı.

BAM Kararı Işığında Covid-19'un
İş Yeri Kira Sözleşmelerine Etkisi

COVID-19 salgını Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi olarak kabul edilmiş ve dünya genelinde olduğu gibi ülkemiz de bu konuda ciddi tedbirler almıştır. Covid-19’la mücadele kapsamında alınan tedbirlere ilişkin İçişleri Bakanlığının yayınladığı genelge ile restoran, lokanta, pastane, kafe, kafeterya gibi yeme ­içme yerlerinin 10.00-20.00 saatlerinde sadece paket servis veya “gel-­al” hizmeti verecek şekilde açık olabileceğine karar verilmiştir.

Bu karar doğrultusunda birçok iş yeri kapatıldı ya da paket servis olarak hizmet vermeye devam etti. Söz konusu iş yerleri için ciddi gelir kaybı yaratan bu karar sonucunda, birçok iş yeri sahibi kiralarını ödeyemez hale geldi. Kiracıların ödemede zorluk yaşadığı bu durum karşısında başvurabileceği yollar doktrinde tartışmalı olmakla birlikte, TBK ‘’aşırı ifa güçlüğü’’ ve , “kiraya verenin kiralananın ayıplarından sorumluluğu” hükümleridir.

Aşırı ifa güçlüğü, TBK madde 138 ”Sözleşmenin yapıldığı sırada taraflarca öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü bir durum, borçludan kaynaklanmayan bir sebeple ortaya çıkar ve sözleşmenin yapıldığı sırada mevcut olguları, kendisinden ifanın istenmesini dürüstlük kurallarına aykırı düşecek derecede borçlu aleyhine değiştirir ve borçlu da borcunu henüz ifa etmemiş veya ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutarak ifa etmiş olursa borçlu, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu mümkün olmadığı takdirde sözleşmeden dönme hakkına sahiptir. Sürekli edimli sözleşmelerde borçlu, kural olarak dönme hakkının yerine fesih hakkını kullanır.” hükmüne göre salgının etkilerini göz önünde bulundurduğumuzda, tüm dünyayı etkileyen ve sağlık, ekonomi gibi birçok alanda olumsuzluklar yaratan Covid-19’u olağanüstü bir durum olarak nitelendirebiliriz. Bu durumda kiracılar, aşırı ifa güçlüğü hükmüne dayanarak kiranın ödenmesinde mücbir sebebe dayalı olarak ifanın aşırı ölçüde güçleşmesi nedeniyle sözleşmenin uyarlanmasını talep edebilecektir.

Kiracının başvurabileceği bir diğer hüküm ise “kiraya verenin kiralananın ayıplarından sorumluluğu”dur. Kira sözleşmesi kiracıya kira bedelini ödeme borcu yüklerken, kiralayana kiralananı sözleşmede amaçlanan kullanıma elverişli bulundurma sorumluluğu yükler. Kiralayan işyeri kiraladığı takdirde, kiralananı işyeri kullanım amacına uygun bulundurma yükümlülüğü altına girer. Kiracı, Covid-19 tedbirleri kapsamında kiralananı bu amaç doğrultusunda kullanamıyor ise, doktrinde tartışmalı bir husus olmakla birlikte, kiralayanın ayıptan sorumluluğuna gidebilecektir.

Güncel bir sorun olan bu durum hakkında birçok dava açılmıştır. Bu konuda yakın tarihli Bursa Bölge Adliye Mahkemesinin emsal olarak gösterilebilecek bir kararı bulunmaktadır;

Kiralarını ödemekte güçlük yaşayan Bursa’da bir restoran işletmecisi, aylık 23.000,00 TL bedelli kira sözleşmesi ile kiraladığı iş yerinde Covid-19 tedbirleri kapsamında alınan kararlar doğrultusunda ticari faaliyetlerinin bitme noktasına geldiğini, kazancında ciddi oranda düşüş olduğu, aylık kira bedellerinin ödenemez hale gelmesi nedeniyle TBK Madde 138 hükmünce iş yeri aylık kirasını 01.05.2020 tarihinden başlayarak, Covid-19 salgının etkili olduğu süre boyunca aylık 11.500,00 TL’ye uyarlanmasına ihtiyadi tedbir kararı verilmesini talep etmiştir.

Mahkemenin bu talebi reddetmesi sonucunda davacı istinaf yoluna başvurmuş ve mahkeme talebi haklı kabul edip, 01.05.2020 tarihinden itibaren işleyen henüz ödenmemiş kiraların ve bu karar tarihinden itibaren işleyecek kiraların aylık %50 oranında indirim yapılarak ödenmesi hususunda ihtiyati tedbir konulmasına karar vermiştir.

 Mahkeme Covid-19 salgınını mücbir sebep olarak değerlendirmiş ve salgın sürecinin kiracının işlettiği restoran paket servise devam etse, iş kaybı yaşadığını aşırı ifa güçlüğü hususunu esas alarak kirada indirime giderek, ihtiyadi tedbir kararı vermiştir.Mahkemece salgının geçici bir durum olduğu, normale dönmekle birlikte kiraların eski haline gelmesi gerektiği ve  kiracının ifa güçlüğü yaşamasında kiralayanın kusuru bulunmadığını, yaşanılan bu zor süreçte her iki tarafında yükü üstlenmesine değinmiştir.

Sonuç olarak, işyeri kiralarını Covid-19 tedbirleri kapsamında alınan kararlar neticesiyle ifa etmekte aşırı güçlük yaşayan kiracılar, kiraya verenlerden kira sözleşmesinin uyarlanmasını talep edebilecektir. Taraflar arasında anlaşmaya varılamaması halinde bu husus yargıya intikal edilebilir olup, Bursa’daki BAM emsal karar doğrultusunda, sözleşmenin yeni koşullara uyarlanması ve Covid-19 tedbirleri boyunca kiranın indirimli olarak ödenmesi talep edilebilir. Mahkeme salgının ve alınan tedbirlerin kiracı üstündeki etkilerini her somut olay için ayrı değerlendirerek hüküm kuracaktır. Bu süreç boyunca temerrüd hali oluşmaması için kiralar ihtirazi kayıtla ödenmeye devam edilmelidir.

Özel Okulların Taşınır ve Taşınmaz Mallarının Eğitim Yılı Sonuna Kadar Haczedilemeyeceğini Öngören Kuralın İptali

Anayasa Mahkemesi 22/10/2020 tarihinde E.2019/59 numaralı dosyada, 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’nda, 5580 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu kapsamında faaliyet gösteren okulların taşınır ve taşınmaz mallarının içinde bulunulan eğitim ve öğretim yılı sonuna kadar haczedilemeyeceğini öngören kuralın Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline karar vermiştir.

İtiraz Konusu Kural

İtiraz konulu kural, 5580 sayılı Kanun kapsamında faaliyet gösteren okulların taşınır ve taşınmaz mallarının içinde bulunulan eğitim ve öğretim yılı sonunda haczedilebileceğini hükme bağlamıştır.

Başvuru Gerekçesi

Başvuru kararında özetle, haciz yasağının eğitim faaliyetlerinde kullanılan taşınır ve taşınmaz mallarla sınırlandırılmamasının alacaklıya aşırı külfet yüklediği, taşınır ve taşınmaz mallar üzerindeki muhafaza ve satış işlemlerinin ertelenmesi yeterli iken haciz yasağı getirilmesinin ölçülülük ilkesiyle bağdaşmadığı belirtilerek kuralın Anayasa’ya aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

Mahkemenin Değerlendirmesi

Alacağın ödenmemesi nedeniyle başlatılan icra takibinde alacaklı ve borçlunun mülkiyet hakkı çatışmaktadır. Bu nedenle icra takip sürecinin alacaklı ve borçlu tarafın menfaatlerini dengeleyecek yolları öngörmesi ve sürecin taraflardan biri aleyhine ölçüsüz bir netice doğuracak şekilde sonuçlandırılmaması gerekir. Menfaat dengesinin adil bir şekilde kurulup kurulmadığının değerlendirilmesinde ise taraflara tanınan tüm imkânların gözönünde bulundurulması zorunludur.

İtiraz konusu kural, Anayasa’da da güvence altına alınan eğitim ve öğretim hakkı kapsamında okullardaki eğitim ve öğretim sürecinin devamlılığının ve aksamadan sürdürülmesinin sağlanmasını amaçlamaktadır. Bu bakımdan Kanun kapsamında faaliyet gösteren okulların taşınır veya taşınmazları üzerinde gerçekleştirilecek haciz işlemlerine birtakım sınırlamaların getirilmesi mümkündür. 

Ancak itiraz konusu kuralda, içinde bulunulan eğitim ve öğretim yılı içinde haczedilemeyecek taşınır ve taşınmaz mallar yönünden hiçbir ayrım yapılmamıştır. Yine Kanun kapsamında faaliyet göstermekle birlikte başka alanlarda da faaliyet gösteren kişilerin eğitim ve öğretim faaliyetleriyle ilgili bulunmayan diğer faaliyet alanlarıyla ilgili taşınır ve taşınmaz malları da haczedilemeyecektir.

Her ne kadar borçlunun haciz yasağı öngörülen süre içinde mal varlığı üzerinde gerçekleştirebileceği tasarruf işlemlerine karşı alacaklının 2004 sayılı Kanun hükümleri uyarınca cezai hükümlerin uygulanmasını isteme veya iptal davası açabilme şeklinde hukuki imkânlara sahip olduğu düşünülebilir ise de anılan hükümlerin uygulanabilmesi alacağın tahsil edilememiş olması şartına bağlanmıştır. Bu bakımdan itiraz konusu kural sebebiyle haczedilme imkânı ortadan kalkan bir mal için doğrudan dava yoluna başvurulması mümkün olmadığı gibi alacağın tahsilinde ciddi anlamda zorlanılmış olması durumunda da dava açılamayacaktır.

Ayrıca cezai hükümlerin doğrudan alacağın tahsil edilmesini sağlayıcı bir fonksiyona sahip bulunmaması ve iptal davasının belli şartların varlığına bağlı, özel ispat koşulları içeren bir dava türü olduğu da dikkate alındığında anılan imkânlara sahip olunması alacaklı yönünden yeterli hukuki güvenceyi sağlamaz.

Yine kuralın anılan Kanun kapsamında düzenlenen haciz isteme süresi, bu sürenin hesaplanması yönünden getirilen istisnalar, zamanında haciz istenmemesinin neticeleri, icra iflas hukukunda hacze bağlanan sonuçlar ile ihtiyati haciz kurumunun geçici hukuki koruma işlevi üzerindeki etki ve sonuçları dikkate alındığında cebri icra hukukundaki diğer pek çok alanda da alacaklı aleyhine sonuç doğurabileceği açıktır.

Kural genel anlamda alacaklı ve borçlu arasında gözetilmesi gereken menfaat dengesini alacaklı aleyhine bozarak alacaklıya aşırı bir külfet yüklenmesine neden olabilmektedir.

Anayasa Mahkemesi açıklanan gerekçelerle kuralın Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline, kararın Resmî Gazete’de yayımlanmasından başlayarak bir yıl sonra yürürlüğe girmesine karar vermiştir.

 

>> Anayasa Mahkemesinin 22/10/2020 Tarihli ve E: 2019/59, K: 2020/61 Sayılı Kararı

Ankara Barosu avukat Vahit Bıçak'a kınama cezası verdi


Ankara Barosu Yönetim Kurulu, Ankara 33. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen ve 21 Şubat’ta karara bağlanan, akademisyen Ceren Damar Şenel’in öldürülmesine ilişkin davada, sanık Hasan İsmail Hikmet’in avukatı Bıçak’ın dosyasını görüştü.

Baro yönetimi, maktul Şenel ve ailesine yönelik mahkemedeki söylemlerinin “savunma sınırını aştığı” gerekçesiyle avukat Bıçak’a “kınama” cezası verdi.

Vahit Bıçak’ın avukatlığını yaptığı Şenel’in katili Hasan İsmail Hikmet, “kişiyi, yerine getirdiği kamu görevi nedeniyle kasten öldürmek” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmıştı.

BÜYÜK TEPKİ ÇEKMİŞTİ

Sanık avukatı Vahit Bıçak’ın esas hakkındaki mütalaaya karşı yaptığı savunma sırasında Ceren Damar Şenel için “müvekkiline cinsel istismarda bulunduğu”, “konumunu kullanarak istismarı sürdürdüğü”, “müvekkilini tehdit ettiği” gibi iddialarda bulunması ve Damar ailesine yönelik hakarete varan sözleri kamuoyunda büyük tepki oluşturmuştu.

UYUŞTURUCU TİCARETİ SUÇU ve UYUŞTURUCU SUÇLARINDA KULLANIM MİKTARININ BELİRLENMESİ HUSUSU

Uyuşturucu özelliğe sahip birçok madde vardır. Bu maddeler kokain, esrar, ekstazi, eroin, taş kokain (crack kokain), bonzai, ketamin, mescalin, amfetaminler ve metamfetaminler olarak bilinir. Bu maddeler hem uyarıcı ve keyif verici hem de uyuşturucu maddelerdir ve bağımlılık yapıcı özelliğe sahiptir ve insan sağlığını oldukça etkilemektedir.

Uyuşturucu madde ticareti suçu, uyuşturucu veya uyarıcı maddelerin imali, ithali, ihracı, ülke içinde satılması, satışa arz edilmesi, başkalarına verilmesi (temin etme), sevk edilmesi, nakledilmesi, depolanması veya ticaret amacıyla satın alınması, kabul edilmesi ile işlenen seçimlik hareketli bir suçtur. (TCK md.188) Uyuşturucu madde ticaretinin konusunu eroin, kokain, morfin veya bazmorfin gibi uyuşturucu maddeler içermekteyse bu durumda suçun daha ağır cezayı gerektiren nitelikli hali işlenmiş olur. Harici diğer tüm uyuşturucu maddeler (esrar, bonzai vs.) suç konusu teşkil ettiklerinde aynı nitelikte cezai yaptırıma bağlanmıştır.

Uyuşturucu suçları ile ilgili soruşturmalarda karşılaşılan problemlerden önemlisi ise ele geçen uyuşturucu miktarına göre yakalanan şahsın narkotik maddeyi kullanmak için bulundurup bulundurmadığının tespiti hususudur. Yakalanan madde miktarı farketmeksizin satış, temin, devir, nakil ve benzeri eylemlerde kullanıldığı ispat edilirse , TCK’nin 188/3 maddesi yani uyuşturucu ticareti maddesi uygulanabilir hale gelecektir. Yani yakalanan ve kişisel kullanım sınırında bulunan uyuşturucu dahi uyuşturucu ticareti suçuna konu olabilir.

Kullanmak için uyuşturucu madde bulundurma ile uyuşturucu madde ticareti ayırımı bakımından en önemli kriter, yakalanan uyuşturucu maddenin miktarıdır. Sanığın kişisel ihtiyaç sınırını aşacak miktarda uyuşturucu madde bulundurması, uyuşturucu maddeyi kişisel kullanım amacı dışında bulundurduğuna işaret eder. Kişisel kullanım için kabul edilebilecek miktar, kişinin fiziksel , bedensel ve ruhsal  yapısı ile uyuşturucu veya uyarıcı maddenin niteliğine, cinsine ve kalitesine göre değişiklik göstermektedir. Somut bir örnek vermek gerekirse Adli Tıp Kurumunun birçok raporunda esrar kullananların her defasında 1-1,5 gram olmak üzere günde üç ( 3 ) kez esrar tüketebildikleri bildirilmektedir. Uyuşturucu madde kullanma alışkanlığı olanların örneğin hap veya esrar kullananların birkaç aylık ihtiyacı karşılayabilecek miktarda uyuşturucu maddesini yanlarında ya da rahat ulaşabilecekleri bir yerde bulundurabildikleri dosyalara yansıyan bir diğer husustur. Genelde, bir ya da iki çeşit uyuşturucu madde bulunduran failin bunları kullanma amacı taşıdığı yorumuna ağırlık verilmekteyken üç ve daha fazla çeşitteki uyuşturucu maddenin ise ticaret amacıyla bulundurulduğu kabul edilmektedir. Belirttiğimiz üzere Yıllık kullanım miktarının üzerinde uyuşturucu madde bulunduran sanığın, uyuşturucu maddeyi kullanma amacı dışında bulundurduğu kabul edilmektedir.

Yargıtay kararlarına göre uyuşturucunun çok sayıda özenli olarak hazırlanmış küçük paketçikler halinde olması , her paketçiğin içine hassas biçimde yapılan tartım sonucu aynı miktarda uyuşturucu madde konulmuş olması , uyuşturucu maddenin ele geçirildiği yerde veya yakınında , hassas terazi ve paketlemede kullanılan ambalaj malzemelerine rastlanmış olması , kullanım amacı dışında bulundurulduğu hususunda önemli bir delildir.

Sonuç olarak ise işbu suçun vücut bulması halinde ; Uyuşturucu veya uyarıcı maddeleri ruhsatsız veya ruhsata aykırı olarak imal, ithal veya ihraç eden kişi, 20 yıldan 30 yıla kadar hapis ve yirmibin güne kadar adli para cezası ile cezalandırılır.

Uyuşturucu veya uyarıcı maddeleri ruhsatsız veya ruhsata aykırı olarak ülke içinde satan, satışa arz eden, başkalarına veren (temin eden), sevk eden, nakleden, depolayan, satın alan, kabul eden, bulunduran kişi, 10 yıldan az olmamak üzere hapis ve yirmibin güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılır. Ancak, uyuşturucu veya uyarıcı madde verilen veya satılan kişinin çocuk olması hâlinde, veren veya satan kişiye verilecek hapis cezası on beş yıldan az olamaz (TCK md.188/3). Yukarıdaki belirtilen uyuşturucu veya uyarıcı maddelerin eroin, kokain, morfin, sentetik kannabinoid ve türevleri veya bazmorfın olması, halinde verilecek ceza yarı oranında artırılır (TCk md.188/4).

Uyuşturucu madde satma, satışa arzetme, başkalarına verme (temin etme), sevk etme, nakletme, depolama, satın alma, kabul etme, bulundurma fiillerin; okul, yurt, hastane, kışla veya ibadethane gibi tedavi, eğitim, askerî ve sosyal amaçla toplu bulunulan bina ve tesisler ile bunların varsa çevre duvarı, tel örgü veya benzeri engel veya işaretlerle belirlenen sınırlarına iki yüz metreden yakın mesafe içindeki umumi veya umuma açık yerlerde işlenmesi, halinde seuçun cezası 15 yıldan az olmamak üzere hapis ve 30 bin güne kadar adli para cezasıdır (TCK md. 188/4)

Uyuşturucu Ticareti Suçu , AĞIR CEZA MAHKEMELERİNDE görüldüğünden hak kayıplarının önlenmesi için savunmanın bir avukat vasıtasıyla yapılmasında yarar vardır.

İDARE MAHKEMESİ’NDEN KANSER HASTALARI İÇİN SEVİNDİRİCİ KARAR

Kemoterapi evresinde kanser hastası olup davacının yaşaması için zorunlu ve devamlı alması gereken yüksek meblağlı ilaç ücretinin karşılanmamasına ilişkin davada Ankara 9. İdare Mahkemesi 07/10/2020 tarihinde emsal bir karar vermiştir. Buna göre Mahkeme, tedavide kullanılan ilacın davalı Kurum tarafından ücretsiz olarak karşılanması ve Anayasa m.125 kapsamında davacının bugüne kadar ödediği ilaç bedelinin yasal faiziyle birlikte geri ödenmesine hükmetmiştir.

Kararda özetle; kanser hastası olan davacının uzman hekim tarafından her 21 günde bir alınması gerektiği rapor edilen ve Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumunca kullanımına izin verilen “Atezolizumab” etken maddeli ilacın ücretsiz olarak karşılanması talebinin, söz konusu ilacın kurum geri ödeme listelerinde ve Sağlık Uygulama Tebliği’nde olmadığından bahisle reddine ilişkin kararın iptaline karar verilmiştir. Kararda ayrıca davacının bugüne kadar ödediği ilaç bedelinin idari başvuru tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte ilgili Kurumdan davacıya ödenmesine karar verilmiştir.

Mahkemenin verdiği bu kararın gerekçesinde T.C. Anayasası 2. maddesi uyarınca Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyal bir hukuk devleti olduğu; Anayasa’nın 17. maddesi uyarınca herkesin, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu; 60. maddesi uyarınca herkesin, sosyal güvenlik hakkına sahip olduğu, Devletin, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alacağı vurgusu yapılmıştır.

Diğer taraftan kararda davacının kamu emeklisi olmasından dolayı Emekli Sandığına tabi olduğu, Emekli Sandığından hak sahibi olan ilgililerin ve bunların bakmakla yükümlü bulundukları aile fertlerinin tedavi ilaç ve iyileştirmeye yönelik giderlerinin davalı idarece karşılanması gerektiği belirtilmiştir.

Sonuç olarak bu kararla birlikte; yaşama adına zorunlu ve sürekli alınması gereken ilaçların İdarece karşılanmamasının önüne geçilmiş, bu konuda maddi ve manevi ciddi mağduriyet yaşayan hastaların sağlıklarına bir an önce kavuşabilmesi mümkün kılınmıştır.

In Lawsuits Regarding Compensation For Damages Caused By Earthquakes, The Date Of Earthquake Should Be Taken As The Beginning Of The Prescription Periods

The General Assembly of the Supreme Court of Appeals decided that "In cases regarding the compensation of damages caused by the earthquake, the earthquake date should be taken as the beginning of the statute of limitations".

Hazal Tektaş, who was only 19 years old, was killed by Mehmet Ali Flow, 18 years old.

Turkey Hazal death of Solitaire all drowned in misery. Murderer Mehmet Ali Flow died by committing suicide after killing Hazal. The close friends of the unfortunate girl stated that Mehmet Ali Flow was "obsessed" with Hazal and that there was no relationship between them.

CLAIM OF HAZAL'S FRIENDS: "IT WAS CONTINUOUSLY FOLLOWING, WE ARE FORCED HARASSING WITH WEAPON ...

The claim of Hazal Tektaş's friends, who was killed by Mehmet Ali Akış in the prime of his life at the age of 19, froze blood. According to the allegation, it was stated that the murderer, Mehmet Ali Flow, constantly followed Hazal, made threats and harassed him at gunpoint.

The incident occurred around 00.15 at night on Esenler, Bus Station Connection Road. Allegedly, a roadside discussion broke out between Mehmet A. (18) and Hazal T. (19) for an unknown reason. Allegedly, in the discussion between the two, Hazal T. suddenly got up from his seat and started to run away. While the young woman was crossing the road, Mehmet A., who came after him, opened fire on Hazal T. with the gun he took out from his waist.

Hazal Tektaş, who was seriously injured in the head as a result of the fire opened, fell to the ground in blood. Meanwhile, Mehmet A., who carried out the armed attack, fell to the ground by shooting the same gun on his head. Citizens passing by immediately informed the police and medical teams. The medical teams, who came to the scene in a short time, made the first intervention to Hazal Tektaş and took him to the nearest hospital. Hazal Tektaş passed away despite all the interventions made in the hospital. The funeral of Hazal Tektaş was taken to the Yenibosna Forensic Medicine Morgue.
Ayrıca sağlık ekipleri saldırı sonrası başına ateş eden Mehmet A.’nın da olay yerinde hayatını kaybettiğini belirledi.

İŞÇİ ALACAKLARI DAVASI - DAVA ŞARTI OLARAK ARABULUCULUK

DAVACI VEKİLİ TARAFINDAN UYAP ÜZERİNDEN ARABULUCULUK SON TUTANAĞININ ASLININ DOSYAYA GÖNDERİLDİĞİ - UYAP KAYITLARI DİKKATE ALINMADAN KARAR VERİLMESİNİN İSABETSİZ OLUŞU

ÖZET: Somut olayda, İlk Derece Mahkemesince davacı vekiline mahkemece 01/10/2019 tarihli celsede verilen kesin süreye rağmen arabuluculuk son tutanağının aslını veya arabulucu tarafından onaylanmış örneğini sunmamış olduğu belirtilerek davanın usulden reddine karar verilmiş ise de; davacı vekili tarafından 08.10.2019 tarihinde Uyap üzerinden arabuluculuk son tutanağının aslının dosyaya gönderildiği anlaşılmaktadır. İlk Derece Mahkemesince Uyap kayıtları dikkate alınmadan karar verilmesi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.

Gerekçe: 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 3/1.maddesinde “kanuna, bireysel veya toplu iş sözleşmesine dayanan işçi veya işveren alacağı ve tazminatı ile işe iade talebi ile açılan davalarda arabulucuya başvurulmuş olması dava şartıdır” şeklinde düzenlemeye yer verilerek dava şartı olarak arabuluculuk öngörülmüştür. Aynı Kanun’un 3/21.maddesi uyarınca uygulanan 6325 sayılı Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’nun 15/3.maddesinde ise “Taraflarca kararlaştırılmamışsa arabulucu; uyuşmazlığın niteliğini, tarafların isteklerini ve uyuşmazlığın hızlı bir şekilde çözümlenmesi için gereken usul ve esasları göz önüne alarak arabuluculuk faaliyetini yürütür” denilmek sureti ile arabuluculuk faaliyetinin ne şekilde sürdürüleceği belirlenmiştir.

6325 sayılı Kanun’un 17/2.maddesinde “Arabuluculuk faaliyeti sonunda tarafların anlaştıkları, anlaşamadıkları veya arabuluculuk faaliyetinin nasıl sonuçlandığı bir tutanak ile belgelendirilir. Arabulucu tarafından düzenlenecek bu belge, arabulucu, taraflar, kanuni temsilcileri veya avukatlarınca imzalanır” şeklinde düzenlemeye yer verilerek son tutanağın arabulucu tarafından düzenleneceği açıkça kurala bağlanmıştır.

Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu Yönetmeliği’nin 23/3. maddesinde, başvurunun dilekçe ile veya bürolarda bulunan formların doldurulması suretiyle yahut elektronik ortamda yapılabileceği belirtilmiştir. Yönetmeliğin 20. maddesinde arabuluculuğun sona ermesi düzenlenmiş olup bu maddenin (3). bendinde arabuluculuk faaliyeti sonunda düzenlenen son tutanağa, faaliyetin sonuçlanması dışında hangi hususların yazılacağına tarafların karar vereceği ancak arabulucunun bu tutanak ve sonuçları konusunda taraflara gerekli açıklamaları yapacağı belirtilmiştir. Şu hale göre son tutanağın tarafların beyanına göre oluşturulması asıl ise de, arabulucunun tutanağın içeriği ve düzenlenme şekli konusunda tarafları bilgilendirmesi de gerekir.

Somut olayda, İlk Derece Mahkemesince davacı vekiline Mahkememizce 01/10/2019 tarihli celsede verilen kesin süreye rağmen arabuluculuk son tutanağının aslını veya arabulucu tarafından onaylanmış örneğini sunmamış olduğu belirtilerek davanın usulden reddine karar verilmiş ise de; davacı vekili tarafından 08.10.2019 tarihinde Uyap üzerinden arabuluculuk son tutanağının aslının dosyaya gönderildiği anlaşılmaktadır. İlk Derece Mahkemesince Uyap kayıtları dikkate alınmadan yazılı şekilde karar verilmesi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.

VETERİNER HEKİMLİĞİNDE MALPRAKTİS DAVALARI

Veteriner Hekimliği Uygulamaları İle İlgili, (Malpraktis) (Tıbbi Uygulama Hatası) İddiası İle Açılan Davalar’dan Önemli Gördüklerimize Dair Yargıtay (Kapatılan 13. Hukuk Dairesi’ne Ait) Karar Özetleri – 17.10.2020

ANAYASA MAHKEMESİ’NİN ENİS BERBEROĞLU
KARARI ÖZELİNDE ANAYASA MAHKEMESİ
KARARLARININ BAĞLAYICILIĞI

CHP’li Enis Berberoğlu hakkında verilen ‘Yeniden yargılamaya gerek yok’ kararına yapılan itiraz üzerine;

İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti toplandı. Kararı yeniden gözden geçiren mahkeme, avukatların yaptığı ‘kararın kaldırılması’ başvurusunu reddetti. Dosya bir üst mahkeme olan İstanbul 15. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdi. - 16.10.2020

Kadir Şeker davasında verilen ceza belli oldu!
12 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırılan Kadir Şeker'in son sözü "Üzgünüm" oldu.

Şeker, 'Kasten öldürme' suçundan 12 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı.
- 14.10.2020

Konya’da, sevgilisi Ayşe Dırla’yı (35) dövdüğü öne sürülen Özgür Duran’ı (32), engel olmak isterken kalbinden bıçaklayarak öldürdüğü gerekçesiyle tutuklu yargılanan Kadir Şeker (20), suçu haksız tahrik altında işlediği gerekçesiyle ‘kasten adam öldürme’ suçundan 12,5 yıl hapse çarptırıldı. Kadir Şeker, karar açıklanmadan mahkeme heyeti tarafından son sözü sorulduğunda, ”Yardıma ihtiyacı olan bir kadının yanına gittim. Yanlarına gittiğimde konuşuyorlardı. Bir sorun olmadığını fark edince ayrılmak istedim. Arkamdan gelip, saldırdı. Boğazımı sıkıp, nefesimi kesti. Düştük. Oradan ayrılırken yaralı olduğunun farkında değildim. Hayatını kaybettiği için çok üzgünüm” dedi. Kadir Şeker’in annesi Zeliha Şeker ‘Oğlum can kurtarmaya çalıştı, kimseyi öldürme kastı yoktu’ derken, babası Cengiz Şeker de ‘Karar duruşması öncesi Kadir aleyhinde karalama kampanyası başlatılmıştı. Bu kararı kamu vicdanı da kabul etmez, itiraz edeceğiz’ dedi.